Baş Hoca iki elbise taşırdı

Arkasından ağlasak, gözlerde yaş yerine kan da akıtsak, nafile… 

Gitti, o güzel insan.

“Dön gel” desekte, o sevdiklerine kavuştu, bırakıp bize gelmez artık.

Çok sevdiği ve dilinden düşürmediği peygamberimize, Hz. Fatma’ya, İmam Ali,  İmam Hasan, İmam Hüseyin’e kavuştu. Üstadı Hayri Baba’ya kavuştu. Babasına ve anasına kavuştu. Kızı Fatıma’ya kavuştu.

Kızı Fatıma, vefat ettiğinde, gözlerinde sicim sicim yaşlar akıtmıştı. “Anne, baba acısı da büyük ama evlat acısı kadar, ciğer kavurucu bir acı yok” demişti. Bu kadar ciğerimiz yandığına göre, biz neyimizi kaybettik hocam!

Ruhumda sızı, kalbimde acı, ciğerimde ateş…

Bütün sevenleri böyle…

Kimse bizi anlayamaz.

Biz bir parti liderine ağlamıyoruz. 

Ya da bir ilim adamına… 

Bir dosta, bir arkadaşa…

Belki bunlar var ama biz, bunların çok üzerinde bir insana ağlıyoruz. 

O, bizim her şeyimizdi.

Hasta olduğumuzda dua edenimizdi. Başımıza bir iş geldiğinde yanımızda olan dostumuzdu. Düştüğümüzde elimizde tutandı. Ağladığımızda, göz yaşımızı silendi. Aç kaldığımızda doyuran, çıplak kaldığımızda giydiren babamızdı.

Sadece bu kadar mı;

Omuzuna başımızı koyup ağladığımız, yarenimizdi. O bizim, dünya ahiret sığınağımızdı. Birlikte dua edip, birlikte ağladığımızdı. Birlikte “Allah”, “Peygamber”  ve “Ehli Beyt” dediğimiz hocamızdı.

Birlikte, “vatan” dediğimiz, birlikte “Atatürk” ve “bayrak” dediğimiz liderimizdi. Birlikte fikir cimnastiği yaptığımız, fikir adamıydı. Birlikte, ekonomi konuştuğumuz, ülke meselelerini tartıştığımız, genel başkanımızdı.

Evi herkese açıktı. Evine gelen tanıdık, tanımadık herkesle bizzat ilgilenen, çok mütevazi bir insandı. Bazen bakarsınız sizi kapıya kadar uğurlar, arabaya bindirip, el sallardı. Sadece bizimle değil, çocuklarımızla da ilgilenirdi.

Onları okutur. Cebine harçlık koyar, evlenme çağına gelenleri everirdi. Yaptığı en son düğün, kızımın nişanıydı. Kendi çocuklarından ayırmazdı bizleri. Düğünlerimizde şarkı okur, hatta horon oynardı. Mutlu günümüzde bizimle mutlu olur, mutsuz günümüzde, o da mutsuz olurdu.

Vefat eden arkadaşlarımız başta olmak üzere, ihtiyaç sahibi kardeşlerimize kol kanat gererdi. Yetimlerin başını okşar, onları okutur, büyütür, babasızlığı yaşatmazdı. 

Onu anlatmaya kitaplar yetmez;

Bazen genel başkan, hocamız veya liderimiz olduğunu bize unutturur, iki arkadaş gibi şakalaşırdık. Onun kadar güzel gülen bir insanı görmedim. Bazen özellikle gülsün diye uğraş verirdim. Çünkü o kadar dertli bir insandı ki, her insan gibi gülmeye ihtiyacı vardı.

Gülmesine sevinir, güldürmeyei başarınca, çok mutlu olurdum.

O, Allah dostuydu.

Hünkar Hacıbektaş ve Ahmet Yesevi misyonu ne ise Baş Hoca da odur. Bir farkla ki, o , Atatürk’ün misyonunu yüklenmiş ve “devlet” elbisesi de  giymiş bir insandı. O, sadece “irşad” elbisesi giymiş çağdaş Türk  ereni değil. 

Devleti ve milleti de farbrika ayarlarına döndürmeye “memur” olmuş kişiydi. Sarık cüppe giydirilmiş haçlı kuklalarına karşı, kravatlı bir Horasan ereniydi. Ataları Horasan’dan gelmiş, Oğuz Türk’üdür. 

Vehhabi ve selefi akımlara karşı mücadele veren, kadrosunu Türk İslam’ına göre yetiştirmiş bir liderdir. Türkiye’de mevcut cemaat ve tarikatlarla, benzer tarafı belki de sadece kıbledir. Bunlarla karıştıranlar veya bir sayanlar, bilgisizlikten değilse, kasıtlıdırlar.

“Türkleri Müslüman yapanlar, Alevilerdir” çıkışı, Alevi ve Sünni’yi bir bilek bir yürek yapmaktan öte Türkleri’in fabrika ayarlarına işarettir. “Ben siyaseti, son nefes için yapıyorum” diyen birinin sizce,  bilinen siyaset ve politikayla bir alakası var mı?

Hayır.

O’nun iki elbisesi vardı biri devlet/siyaset elbisesi, diğeri irşad elbisesi… İlim adamı, işadamı veya yazar olması, bu iki elbise ve görev harici özellikleridir.

Baş Hoca, bütün görevlerini fazlasıyla yaptı. Devlete de yürüyeceği bir yol açtı, millete de… Millet ve devlet, O’nun açtığı yolda yürürse, Atatürk ve Hoca Ahmed Yesevi ile yolu kesişir. Aksi taktirde, bölünme ve parçalanma söz konusu olur.

Haçlı istilasının “din” üzerinden yürütüldüğü bu dönemde, İngiliz ve CIA kontrolündeki İslam olmayan İslam’lara, Türk’ün “milli dini İslam” ile karşılık vermeden, vatanımızı da koruyamayız. Bu böyle biline…

“Milli bütünlüğümüzün teminatı, dini bütünlük; dini bütünlüğümüzün teminatı milli bütünlüktür” ifadesi, tam da bu hakikati ifade içindir.

Yani gerçek dini korumak, vatanı korumak için de gereklidir. 

Canlar!

İnsan Haydar Baş’ı anlatmak, devlet Haydar Baş’ı anlatmak, Türk Haydar Baş’ı anlatmak, bu köşe de ne kadar mümkün. Kendini, Türk milletine ve devletine adamış bir insandır. Kendini, Peygamberin ve Ehl-i Beyt’inin yoluna vakfetmiş biridir.

O, Kerbela’daki 72 kişilik kafileye, üzerinde ‘Hüseyin’ yazan örtüsüyle, son katılan, kutlu kişidir. Ömrümde, gülümseyen bir ölü yüzü görmedim. Gerçekten de, “ölü değil, diridirler”.

Allah, ailesine ve çocuklarına sabırlar versin.

 Böyle bir insanın bizlerle ilgilenmesi, meşgul olması karşısında, gösterdikleri sabır ve fedakarlık için, sonsuz teşekkürler. Son nefesimize kadar, onların hizmetlerinde olsak bile haklarını ödeyemeyiz. 

Nerede baksanız, 50 yıldır, evlerinde bizlere tahammül ettiler. Birgün değil, beş değil, hergün misafir olması, ne demek… Bizler için, onlar da çok yoruldular.

Akçaabat’taki avlusuna adım attığımız anda, Mescid-i Nebevi’de aldığımız kokuyu ve havayı alırdık.  O, kokunun ve havanın peşinde, kör ve topal da olsak, gitmeye devam edeceğiz. Ve inşallah, birgün buluşacağız.

Birlikte gülüp, birlikte dolaşacağız.

Baş Hoca iki elbise taşırdı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön