Cami ile Anıtkabir arasına köprü kurdu

Camiamız, ayrılık ateşiyle yanıyor.

Oktay kardeşimizin dediği gibi “Hocam, ölüme her zaman hazırdı ama bizler onun ölümüne hazır değildik”. O yüzden, büyük bir şok içerisindeyiz. Ölümlü dünya ve tabi ki “her canlı ölümü tadacaktır”.

Mevlana “ölümümüzden sonra bizi toprakta aramayın. Bizim mezarımız ariflerin gönlündedir” der. Liderimiz Prof.Dr. Haydar Baş, sevenlerinin gönlünde yatıyor.  Onu farklı kılan, gönül ehli olmasıdır.

“İnsan gönüldür gönül” diyen gönül insanı, her zaman kalbe bakardı. Yani karşısındaki insana tepkisi, her zaman kalp eksenlidir. Gönül, bir eve benzer. O eve herkes giremez, bakamaz. Girmeye “ehil” olması gerekir.

“Ruhsat” sahibi kalbe girer ancak.

Ne demek istediğim, anlaşıldı mı  acaba!

Birgün şöyle demişti:

“Bazen üstü başı çok düzgün insanlar görüyorum, havaalanında filan oldukça beyefendi görünüyor, aklı başında adam gibi duruyor. Şunan kalbine bir gireyim dediğimde aman yarabbi o da ne, içinde vavşi hayvanlar görüyorum, korkup çekiliyorum. Ona dua ediyorum, yarabbi sen buna hidayet ver”

Ahmet Yesevi, Hünkar Hacıbektaş, Hacıbayram, Yunus, Mevlana, gibi insanların işi kalplere girmektir. Kalplere Allah’ı yazmaktır işleri. En sıradan mesleğin dahi, bir ustası var da, Eşref-i Mahluk olan insanın, kalp ustası yok mu.

İnsanı insan yapan, kalbidir.

Terbiye olmuş nefsin, zarar veremediği, zehrini akıtamadığı kalpten söz ediyoruz. İnsan yaradanı da kalbiyle sever, eşyayı da… İşte kalbe yaradan yerine eşya girdi mi, insan “hayvandan bile aşağı” olur.

En şerefli varlık ile en aşağılık varlık arasında kalan çizgi içinde insan, gider gelir. Matematikte “eksi sonsuzdan, artı sonsuza” ifadesi gibi..

İşte, işlerin en zoru, insanı eğitmektir. İnsanın kalbini ve ruhunu arındırmaktır. Onu, önce kendi yararına, sonra devlet ve millet yararına kazanmaktır. Haydar Hoca’yı, Haydar Hoca yapan yön, işte burasıdır.

Onun elini tutanı, o asla bırakmazdı.

Hatta bir süre tutup, sonra bırakanı da bırakmazdı. Bir baba gibi karşısına alır, gözlerinin içine bakar, fırçaysa fırça ama sonunda mutlaka bağrına basardı. Bunu, yaşarsınız.

O, bir cerrahtır.

Elinde neşter, iman kurtarır.

Neştere takılan kaybeder.

Takılmayan şifa bulur.

Neler gördük, neler…

Böylesi bir daha gelmez.

Kendi adıma söylüyorum, kıymetini hakkıyla bilemedik.

Bir insan;

Gece gündüz, Allah der mi!

Peygamber, kitap der mi!

Bitmedi;

Millet, devlet der mi durmadan!

Atatürk der mi!

İşte böyle biriydi, bu insan.

Bu insanın eğlencesi bile tevhiddi.

“Hakkı seven aşıkların , eğlencesi tevhid olur”muş.

Her canı aziz bilirdi.

“Haksız yere bir cana kıyan, ebedi cehennemliktir” ilahi ölçüsünü, o kadar sık tekrar ederdi ki. Baş Hoca’yı tanıyan hiç kimse, katil olmaz.

O kadar edepli bir insandı ki, gençliğinde çok sevdiği futbolu neden bıraktığını sormuştum. “Futbol dünyasında küfür vardı, evlenince bıraktım” demişti.

 Düşmanlarının dahi namusuna saygı göstermeyi öğretti bize. Bazen ruhunuza öyle temel çiviler çakardı ki, ölünceye kadar çıkmayacak türden…

Bir yazımda, ismi terörle anılan siyasi bir kadın fügür hakkında, bir cümle içinde kabaca bir ifadem olmuştu. Açık değil, nere çekersen gidecek türden. Gazeteye geldim, Recep kardeşim dedi ki “Hocam aradı, Yusuf’a söyle edebini bozmasın”.

Ve yine hiç unutmam, önlerde olan bir siyasetçinin eşi hanım efendinin bir hareketinden ötürü, “Müslüman bir hanıma yakışmaz” cümlesi kurdum. Bana dik dik baktı “düşmanlarınızın bile namuslarına saygılı olun” dedi.

Ve ekledi: O bizim, ablamız!

O, ucuz siyaset yapmadı. Gerçekten de o siyaseti, “son nefes” için yapıyordu.O, meşru bir yolda, meşru bir şekilde, iktidar olmak istedi. Karalama siyaseti hiç yapmadı. Her zaman yol gösterdi, çözüm gösterdi.

Ve iktidar olduğunda sadece “6 ay koltukta oturacağını” söyledi. “Dünyaya bir daha gelsem, yine eğitimci olmak isterdim” demişti.

Birgün bir kaynak, köşemde yazayım diye bana bir belge göndermek istedi. Çok önemli olduğunu, “yer yerinden oynayacak” dedi. Kendisine konuyu açtığımda, yüzünü astı, “bize yakışan bir yöntem değil, ona iyi bir fırça at” dedi.

İktidarı düşürmek için ona bir kamyon evrak gönderin, o bir tanesinin içini açmaz ve hepsini bir meydanda yakar. Hem de kendi elleriyle…

Veya iki şey sunulsun ona aynı anda, “biri bu adamı 5 dakika dinle iktidar olacaksın” şeklinde olsun. Diğeri de, “bu adama 5 dakika konuş Müslüman olacak olsun”. Onun tercihi ikincisi olur.

O, sağ eline Kur’anı, sol eline bayrağı almış bir insandı. Hacda en uzun boylumuzu seçer eline büyük bir Türk bayrağı verirdi. Arabistan’da bayrak için çok dayak attık, dayak yedik. Arap polis gelirdi, “haram” der, dikilirdi karşımıza, o bize,  “bayrağı indireni döverim” derdi.

Bizi, Allah’a, bayrağa, vatana, Atatürk’e, aynı anda aşık edip gitti. Bunlara birarada aşıp olmak, ne aklımızda ne haylimizde geçerdi. “O,dini bütünlüğü milli bütünlük, milli bütünlüğü dini bütünlük” olarak gördü.

Cami ile Anıtkabir arasında, yıkılmaz bir köprü kurdu.

Aleviyi Sünni ile kuçaklaştırdı. Çarpı atılan Alevi evlerine, o gül bıraktı. “Aleviler Türkleri Müslüman etti” diye haykırdı. Ne Sünni onu zamanında anladı ne Alevi ve hepimizi bıraktı gitti.

Cami ile Anıtkabir arasına köprü kurdu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön