
Bugün Niyazi Mısri’yi hatırladım. Büyük bir mutasavvuf… Kalbimde Mısri’nin özel bir yeri vardır. Niyazi Mısri Malatyalıdır. Hemşehrimdir. “Mısri” denmesinin sebebi, Mısır’da tahsil görmesindendir. Büyük bir mutasavvuf ve veli bir şahsiyettir.
Osmanlı yönetimi ile karşı karşıya gelmesi, onun zindanlara düşmesine neden olmuş, ardından Limni Adası’na sürgün edilmiştir. Burada şehit olmuştur. Anlatılanlara göre ayakları ve kolları zincirli hâlde, uzun bir gemi yolculuğuyla buraya getirilmiştir. Bu adada tek başına, aç ve susuz bırakılarak ölmesi istenmiştir.
Allah şefaatlerine nail eylesin. Elleri ayakları kanlar içinde adaya getirilen Mısri, bu yolculukta Osmanlı’ya beddua etmiştir. “Zalimlere dua gerekmez; beddua yerindedir.” sözü saray erkânı içindir.
Mutasavvufları sükût ehli sanırız ya da bize öyle anlatılır; ancak Mısri:
Ateşlidir,
Asidir,
Haksızlık görünce dimdik duran,
Sözünü süzmeden söyleyen biridir.
“Osmanlı’nın inkırazı için dördüncü kat semâya bir kazık çaktım, onu benden başka kimse çıkaramaz.” sözü çok ilginçtir. Osmanlı’nın yıkılışı da Mısri’nin sürgün edildiği bu adada, Mondros Antlaşması ile gerçekleşmiştir.
“Dördüncü kat semâya çakılan kazık”, tasavvufta derin bir mana ifade eder. Melâmîlikte dördüncü kat sema, Cem makamıdır. Cem makamında kişi “ben” dediğinde, kendisinden “ben” diyenin bizatihi Hak olduğunu dile getirmiş olur. Hallâc-ı Mansur’un “Enel Hak” demesi gibi…
Yani Niyazi orada “ben çaktım” derken, aslında Niyazi’den konuşan, Vahdet-i Vücut inancına göre Hakk’ın bizzat kendisidir. Kur’an’da Enfal Suresi’nde geçen “Sen atmadın, Allah attı” manası ile aynıdır.
Atatürk de Melâmî’dir. Çok ciddi bir tasavvuf eğitimi almıştır. Bu bilinçte olduğu için cumhuriyeti ilan ederken 30 Ekim yerine bir gün önceyi seçmiş ve 29 Ekim’i bu bilinçle ilan etmiştir. Atatürk de Cem makamındadır, büyük bir velidir. “Ben meydan dedesi Kemal’im” demiştir.
Kısacası bir velinin çaktığı kazığı, başka bir veli çıkarmıştır. Kazığı çakan Niyazi, çıkaran Mustafa Kemal olsa da, bu iki aslında tektir. İkilik bizim gözümüzde, şaşı bakmamızdandır.
Mısri Niyazi ile Atatürk arasındaki bağlantıyı görebildik mi? Her ikisi de tasavvufta Cem makamındadır. Yani Hakk’ın bizzat kişiden zuhur ettiği makam…
Osmanlı’nın kuruluşu Şeyh Edebali’ye dayanır ve Osmanlı’nın İslam anlayışı Vahdet-i Vücut temelleri üzerine kuruludur. Tapduk Emreler, Yunus Emreler, Hacı Bayram Veliler, Hacı Bektaş-ı Veli ve niceleri bu ekole mensuptur. Ne zaman ki Nakşîlik saraya “ajan tarikatı” olarak girdi, Türk’ün ocağı söndü. Nice erenler dara gitti, nice gönül ehli Mısri gibi zindanlara atıldı, adalara sürüldü.
Beddua deyip geçmeyelim. Bir arif nefesiyle kurulur, yola çıkarsın; sonra değişir, yoldan saparsın. Yediğin manevi bir silleyle yok olur gidersin. Belanı bulmak için nice gönüller yıkarsın, nice yuvalar dağıtırsın. Alkışlayanların olunca da kendini doğru yolda sanırsın. Sende kendini adam sanırsın. Nasıl bir beddua ki Osmanlı ailesi dünyanın dört bir yanına dağıldı ve çoğu açlık, sefalet içinde, vatansız olarak öldü. İbret alalım…
Saray erkânını eleştirmiştir, bu doğrudur. Ancak Niyazi Mısri, Ehl-i Beyt’e hayranlığı, özellikle Hz. Hüseyin’e olan derin sevgisi nedeniyle zulme uğramıştır. Zulme ve haksızlığa karşı duruşunda, sivri bir dile sahip olması olayın başka bir yönüdür. Malatya’nın suyu serttir, insanı merttir. Hele de arifi… Sözünü söylerken, cahilleri hesaba katmaz.
Son söz Msri’den olsun:
“Derman arardım derdime derdim bana derman imiş
Bürhan arardım aslıma aslım bana bürhan imiş”