Geçenlerde bir mühendis dostum, Milli Basın’ı yapay zekâya soruyor ve sonucunu da bana gösteriyor.
“Bak,” diyor, “yapay zekâ siten hakkında ne yorumda bulunmuş…”
Baktım, aynen şöyle diyor:
“Web sitesi (millibasin.com), merhum Prof. Dr. Haydar Baş’ın öncülük ettiği Milli Basın Kurultayları’nın mirasını sürdürmek için kurulmuştur. Sitenin amacı, Haydar Baş’ın dinî, millî, iktisadî ve sosyal alandaki görüşlerini yansıtan yazılar ve videolarla şekillenmiştir.”
Dostum ikinci soruyu da “Yusuf Karaca kimdir?” şeklinde soruyor. Bu soruya da verdiği cevap şöyle oluyor:
“Yusuf Karaca’nın yazıları, özellikle Prof. Dr. Haydar Baş’ın fikir dünyasına yakın bir çizgide ilerlemekte ve ‘Milli Basın’ kavramı etrafında şekillenmektedir. Yazılarında zaman zaman sert ve eleştirel bir üslup kullanmakta, bu da tartışmalara yol açmaktadır…”
Peki bunları neden anlattım?
Çünkü… eski bazı arkadaşlarım, bu yapay zekâ kadar bile samimi değiller.
Kızmıyorum biliyor musunuz? Sadece acıyorum düştükleri hallere… Öyle bir kulvara girdiler ki, çıkmaları çok zor. Gazladıkları delikanlının başını belaya soktular. Polemik siyasetinin ağır bedelini ona ödetip, kendi B planlarına geçecekler.
Allah bir sepet akıl versin de, ne kadar aptal olduklarını anlasınlar.
Delikanlıya da öyle acıyorum ki… Ne “hırslarının kurbanı oldu” diyebiliyorum… Ne “manevî tokat yedi” diyebiliyorum… Ne de “âh aldı, çok gönül yıktı, gayretullaha dokundu” diyebiliyorum…
Kısacası: hiçbir şey diyemiyorum.
Kızamıyorum bile.
Bırakın kızmayı, endişe ediyorum… Ona “koruyucu esmâ” bile okuyorum.
Ben işte böyle… manyak biriyim!
Neyse…
Çok özel bir ortamda, bazı etkin ve yetkin kimselerden oluşan bir şer adreste, bizim delikanlı için şu cümle kuruluyor:
“O terliği ona yedireceğiz!”
Bu haberi aldığımda, kendisine bir arkadaşımı yolladım. Dedim ki: “Bir konu var, seninle konuşmak istiyorum.” Elçiye zeval olmaz demedi. Hakkımda saygısızca ifadelerde bulundu. “Beni düşünmüş, benim için endişe etmiş, onca kötülüğüme rağmen…” demedi; bana hakaret etti!
Ne zaman mı?
Bir buçuk yıl oldu.
Peki sonra ne oldu?
Kim haklı çıktı?
Şimdi “terlik” yedirmeye çalışıyorlar, değil mi?
İşin ciddiyetini ancak anladı.
Vaktinde dinleseydin, uyarıma kulak verseydin, bunları yaşamazdın şimdi!
“Oh olsun” demiyorum. Asla!
Beni bilen biliyor. Yapay zekâ bile biliyor. Ama bu çok zeki arkadaşlar bilmediler. Çünkü onlar ancak menfaatlerini bilirler.
O (delikanlı), ne üzülmeyi ne de düşünmeyi hak ediyor — o ayrı konu.
Ama ben… kırk yıl içinde bulunduğum bir hareketin bitine bile sahip çıkarım!
“Peygamberin hayatı” ile kurulan bir ekranı, “yeni vizyon” adı altında çer-çöp ile doldurdular.
Baba için okunan bir mevlide yer vermeyen “yeni vizyon”; sabah akşam Özel Özgür’ün kulakları tırmalayan o çirkin sesini yayınlıyor!
“Ne günah işledik de bu hallere düştük?” diye acaba “akleden” hiç mi kimseler kalmadı?
İmamınoğlu hapiste. (Haksız yere tutuluyor, o ayrı konu!) Demecini bir İngiliz gazetesi yayınlıyor… bir de bu beyler.
Sabah akşam: “İmamın oğlu!” ve “Özel!”
Özgür’ün “bodyguard’lığına” kendini layık gören,
“Ona atılan tokat bana atılmıştır,” diyen delikanlı…
Senin bu durumuna, onlardan bir “geçmiş olsun” diyen oldu mu?
Yok.
Ne ülkeyi, ne dünyayı okuyabiliyorsunuz!
Hiç mi hikmetin kırıntısı üzerinize sinmedi?
Hiç mi basiret size uğramadı?
Kanalın düştüğü durum, davayı sattığınızın en bariz örneğidir.
Getirdiğiniz konuklar, kendi ekranınızda sizleri fırçalıyor, bıyık altından gülüyorlar.
Ne kadar zelil durumdasınız, keşke farkında olsanız!
Kanalın müdürü posbıyıklı abla!
Şu yayınları o insan varken sadece beş dakika yapsan, seni arar:
“Beni kaça sattın?” der mi? Der!
Zerre iman kaldıysa, düşünür, bu işi bırakır, pınarın başına dönersin.
Seni boşuna görevden almamıştı, demek ki!
Yüreğin varsa ara beni de… onun sesiyle sana bir seslensem!