
Geçenlerde Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyarete gittim. Ne zaman o mübarek mekâna adım atsam, kendimi Ravza’da hissediyorum. Havası bambaşka… Öyle bir derinlik, öyle bir manevî atmosfer var ki, insan sanki zamanın dışına çıkıyor. Ancak ne yazık ki, oraya gelen kalabalığın çoğu, Eyüp Sultan’ın kim olduğunu, neyi temsil ettiğini bilmiyor.
Eyüp Sultan, Hazreti Ali Efendimiz’in Şia’sındandır. Açıkça söyleyelim: Eyüp Sultan Alevi’dir. Arif ve bilge insan Prof. Dr. Haydar Baş, bir sohbetinde şöyle demişti:
“Eyüp Sultan’ı ziyaret edin. Eğer hakkıyla ziyaret ederseniz, İmam Ali’nin kokusunu alırsınız. İmam Ali’nin kokusunu alan, Peygamber’in kokusunu alır.”
İşte hakikat budur.
Eyüp Sultan, uzun ömrünü hakikat uğruna adamış mümtaz bir şahsiyettir. Gadir-i Hum’da, Efendimizin Hazreti Ali’yi vasi tayin ettiği o kutsal anda, Ali’ye biat etmiş ve o biatinden bir ömür dönmemiştir. Fakat bu bağlılık, Peygamber’in vefatından sonra ona büyük acılar getirmiştir. İslam’ın Emevileştirilmesi sürecinde, Ehl-i Beyt’e olan sadakati nedeniyle hedef haline gelmiş, sürgün edilmiş, sonunda da “İstanbul’un fethi” bahanesiyle gönderildiği bu topraklarda, doksan yaşında şehit olmuştur. Onun kendi isteğiyle geldiği söylense de, tıpkı Ebuzer gibi sürgün yediği bir hakikattir.
Eyüp Sultan Hazretleri, Efendimizin Medine’ye hicretinde Peygamberimizi evinde misafir eden kişidir. Üstelik bu misafirlik aylarca sürmüştür. O günleri hatırlayalım: Resûlullah Medine’ye vardığında herkes onun kendi evinde kalmasını ister. Ancak Allah Resulü kimsenin kalbini kırmamak için, “Devem hangi evin önünde durursa, o evde misafir olacağım” buyurur. Deve bir süre dolaşır ve bir evin önünde çöker. O ev, Eyüp Sultan’ın evidir.
Eyüp Sultan adeta bayram eder, Efendimize hizmet etmekle şereflenir. Şimdi ise bu mübarek zat, İstanbul’da hepimizi kucağında misafir ediyor. O halde huzuruna bu şuurla varalım.
Eyüp Sultan, Emevilerden ve Yezit’ten çektiği kadar, bugünün iktidarından da çekmiştir. Siyasal İslam’ın iktidar hesaplarında, bu kutsal mekân yıllardır bir “siyasi obje” olarak kullanılıyor. Eyüp Sultan’ın Alevi olduğunu bilseler, mezhepçi kafalar oraya uğramazlardı!
Hatırlayın, 90’ların sonunda “Eyüp’te sabah namazı” adı altında yapılan o toplu gösterileri… Gerçekten sabah namazı mıydı onlar, yoksa siyasal bir gösteri mi? Takdir sizin. Bugün, yüz personelli Çamlıca Camii’nde sabah namazına katılan cemaat sayısı yirmiyi bile bulmazken, o yıllardaki şov niteliğindeki kalabalıklar neyin mesajıydı, hepimiz biliyoruz.
Muaviye ve Yezit var diye, Ali gerçeğine mi sırt döneceğiz? Dinciler Eyüp’te diye, Eyüp Sultan’dan mı vazgeçeceğiz? Asla!
Tam tersine, Eyüp Sultan’ı siyasi bir simge olmaktan çıkarıp yeniden manevi bir mekâna dönüştürmemiz gerekiyor. Bunun yolu da şuurlu ziyaretlerden geçiyor. İstanbul’da yaşayan her kardeşime diyorum ki: Eyüp Sultan’ı en az ayda bir ziyaret edin. Hem ruhunuzu arındırmak, hem de bu toprakların manevî damarını diri tutmak için…
Son bir şey daha söylemek isterim: ziyaret mekanları çok önemlidir. Hatırlayın; Papa’nın İznik’e gidip orada ayin yapma niyeti, tarihî ve kültürel alanların sembolik değerini göstermiyor mu? Eğer biz, Müslüman Türk olarak kendi manevi alanımıza sahip çıkmazsak, bu topraklara gelenler boşuna gelmiyor. Bazen ritüeller, ayinler, veya sözler bir kimliği dönüştürmeye, bir toprağı başka bir aidiyete açmaya hizmet eder. “Din” bir araç olarak kullanılırken, sen ne ile karşılık vereceksin, hiç düşündün mü? Manevî mirasını korumayan toplumlar, gölgeye çekilir; o yüzden Eyüp Sultan gibi mekânların korunması sadece inanç meselesi değil, kimlik meselesidir.
Sözüm, mevcut iktidara rağmen İslam’dan, iktidar ortağına rağmen Türklükten çıkmayanlaradır.
“İslam’ı getireceğiz” diye yola çıkıp ülkeden İslam’ı götürenlere; “Tanrı Dağları” diyen ama bugün Kandil Dağı eteklerinde görünenlere inat, Müslüman Türk kalabilenlere selam olsun!
İslam’dan AKP’yi, Cumhuriyetten CHP’yi, Milliyetçilikten MHP’yi anlayanların aksine; Cumhuriyet savunucusu Müslüman Türk kalmaya and içenlere selam olsun.
Selam olsun Atatürk’e…
Selam olsun Eyüp Sultan’a…
Selam olsun Hacı Bektaş’a…
Ve selam olsun Haydar Baş’a…