Hafta sonu yine devrimler yapan liderin evindeydik. Allah'a şükürler olsun ki, böyle bir lider ve böyle bir insan ile birlikteyiz.
Ülke gerçeklerini bir kez daha dinledik. Birlik beraberliğin önemini, milli bütünlüğümüzü, dini bütünlüğümüzü, aklınıza ne gelirse, ilk defa dinliyormuş gibi yeniden dinledik. Aşk sofrasında türlü nimetlere şahid olduk.
Ne açlık hissediyorsunuz, ne yorgunluk, ne uykusuzluk. Elbette yemekler de yiyoruz, dinleniyoruz da, uyuyoruz da ama söylemek istediğim başka… Orada bunlar hatırlanmıyor. Onu demek istiyorum.
Konuştuk dostlarla, halleştik, fikir jimnastiği yaptık. Allah'ım, ne kadar da yetişmiş bir kadro var. Hangisini dinleseniz, bir derya… Hepsi, ayrı bir âlem. Mühendisi, doktoru, avukatı, işadamı, aklınıza hangi meslek gelirse, onu yapan insanlar.
Enaniyet, benlik yerlerde sürünürken, hakikat göklere yükseliyor. Hepsi ekonomist adeta, hepsi prıl prıl insanlar. Yüzleri kadar, sözleri de hakikat dolu hepsinin.
Yıllardır, o odada neler dinledik neler. Ve kimler vardı: Baki Bektaş, Ali Gedik, Celal Mısır hocalarımız… İnsanın gözünde, geçmiş en az bir 30 yıl canlanıyor. Zaman değirmeninin öğüttüğü hayatları hatırlayıp, üzülüyorsunuz da…
Şükrediyorsunuz, henüz hayatta ve o odada olduğunuza. Binlerce değil, sonsuz kez şükürler olsun. Yine aynı heyecan ve aynı duygularla, Üstad’ı dinliyoruz.
"Ey zaman, dur!" diye, bağırmak geliyor içinizden.
"Gelme, öğütme bizi!" diye haykırmak geliyor. Dün simsiyah saçlarla oturduğunuz aynı odada bugün bembeyaz olmuş saçlarla oturduğunuzu düşünüyorsunuz. Korkumuz zamanın bizi öğütmesi değil aslında.
Korkunuz ayrılık…
Ahh ayrılık ah!
Korkuların en büyüğü… Sevgiliden, yardan ayrılmak. Birden hatırlıyorsunuz, Celal Hoca'nın, "insan ezeli değil ama ebedi bir varlıktır" dediğini.
Biz, zamanın zamanına, mekânın mekânına talibiz… Niye korkacağız ki, zamanı elinde tutan yanı başımızda. Vaktin sahibi aramızda… Dün Celal Mısır'ın oturduğu odada, bugün torun Mısır bize çay servis ediyor.
Dedesi gibi muhabbet dağıtıyor.
Dün, Baba Bektaş'ın "yeğenim!" sözünün yerini bugün, Hüseyin Bektaş'ın "abiciğim" hitabı almış. Ve bütün bu değerleri size bir buket çiçek gibi sunan Baş Hoca'dan, çok önemli bir "vefa" dersi de alıyorsunuz
Eskilere gidiyorsunuz, bu huzur ve feyz dolu evde. Zaman, bazılarımıza mekân değiştirmiş tabi ki… Zaten, zaman ancak mekân değiştirebilir. Bu mekânda birlikte isen öbür mekânda da, birliktesindir.
Gözüm, odanın baş köşesindeki akvaryuma takılıyor. İçinde balıklar dolaşıyor. "O balıkları alıp, deryaya salsak, farkında olurlar mı?" dedim bir ara… Balık işte, nasıl olsun. Yarım metreküp suyu, derya deniz sanıyordur.
Balık idraki işte n'olcak!
Balık, yüzebildiği kadarını idrak eder. İnsan, yüzemediğini de, idrak edebilene denir. Tabi ki, içine konulduğu akvaryumu kırıp, mekân değiştirdiğinde anlar bazı şeyleri.
Bir ara o balıkları seyre daldım. Geliyor akvaryumun bir köşesine, engele çarpmadan dönüyor. Çünkü daha önce çarpıp dönmüş, zihnine bir engel koymuş.
Engeli kaldırsak, onlar yine o kadar mesafede gezerler. Çünkü öğretilmiş çaresizlik içindeler. Bilmezler ki, bu akvaryum dışında, ne büyük akvaryumlar veya denizler, okyanuslar var.
Ayrıca "derya içinde balık, derya halin bilmez" derler.
Aslında ne kadar da benziyor halkımızın durumuna değil mi? Akvaryum içindeki balıklar… Kapitalizmin akvaryum havuzunda engellere çarpa çarpa dönüyoruz halk olarak. Ne ‘sınırsız kaynaklar’dan haberimiz var, ne de bizi balık yerine koyan akvaryum besleyicilerinden.
Ölmeyecek kadar yemliyorlar bizi sadece. Ne kadar yem veriyorlar o kadarla yetiniyoruz. Açlık sınırı altında bir hayat sürüyoruz. Odada "sınırsız kaynaklar" konuşulsa, balıklara faydası yok.
Oysa insan balık değil ki, ne harika bir varlıktır şu insan. Allah'ın lütfedip, "Adem'e kendi ruhundan üflediği" yegane varlıktır, Hz. İnsan. Ve bu insanı dünyada "özgürleştirmek" gerekir ki, "ahirette" tutsak edilmesin. Ve bu insanı, dünyada bağımsız kılmalı ki ahirette hür ve bağımsız olsun. Burada tutsak olan, orada da tutsak…
Bana göre insanın hürriyeti ikidir. Biri kendi içinde, diğeri kendi dışında üzerinde yaşadığı topraklarda. Kendi içindeki hürriyete kavuşması kendi dileğidir, buna karışamayız, ama toprak üzerindeki hürriyeti, toplumsal sözleşmeye bağlılığı gerektirir.
Toprağın üzerindeki ben isem, toprağın altındakiler de benim. Buna sahip olmak, "sınırsız kaynaklar"da tasarruf sahibi olmak, vatandaş olarak benim hakkım. İşte, bu kaynakları milletin ayağına serenle olmak zorundayız. "Bağımsız Türkiye" demek zorundayız. "Haydar Baş" demek zorundayız. Bizi, özgürleştirmek isteyen, "bağımsız" yapmak isteyen, lider ile olmak zorundayız.
Kapitalizm ve uygulayıcıları, toplumları akvaryum içine hapsetmişler. Veya yumurta içinde civcive dönüştürmüşler. Civciv, yumurta dışında bir dünyayı görmez. Ta ki, o yumurtayı dışarıdan kıran bir ebeveyne kadar.
Haydar Baş Beyefendi, kapitalist yumurtayı kırdı ve dünyanın gözünü açtı. Hem de, o evde ve o odada… Darısı, Türkiye'nin başına…
Balık idraki işte nolcak!