Gazete sayfası için haber taraması yaptığımda, bir habere rastladım.
Okuyunca, "Allah'ım sen ne büyüksün" dedim.
Dostlar!
Allah'ın büyüklüğünü idrakte aciziz gerçekten. O'na hakkıyla şükretmekten, O'nun büyüklüğüne ve şanına yaraşır, her türlü kulluk görevimizden gerçekten aciziz. O sebeple, bırakın ibadetlere güvenmeyi, O'nun sonsuz rahmetine güvenmekten başka bir çaremiz yoktur.
İnsan gördüğü bazı tecelliler karşısında, secdeye varıp, sadece "affet" demek istiyor. Sadece "Estağfurullah-Elhamdülillah" demek istiyor. Yani bir tövbe, bir şükür, bir tövbe bir şükür?
Düşünsenize: Işık hızında seyahat eden bir uzay gemisinde Samanyolu galaksisini, bir baştan, bir başa geçmek için, 200 bin yıl gerekiyor.
Yani Samanyolu diski, o kadar büyük?
Dünya, evrende bir zerre büyüklüğünde bile değil. Bir zerre uğruna, insanın bu kadar çileye girmesi, bu kadar ayak oyununa girmesi de, işte ancak" insan" denen, "unutkan" varlığa ait bir özellik olabilir. Gerçeği unutan varlık?
Peygamberler gibi bir hatırlatıcıyı, bir uyarıcıyı dahi, duymadı çoğu zaman, bir zerre dahi olmayan bu dünya için. Dünya öyle bir şey ki, o zerreyi kalbe koyan, en "büyük" varlığı unutuveriyor.
"Allah-u Ekber" diyerek sürekli "huzura" çağrılması da, işte bu sebepten olsa gerek. Dünyanın "oyun oyuncak" olduğu gerçeğinden insanı koparmak için. İnsanın dünyadan "firar" edip, yaratıcıya kavuşma hürriyetidir, ibadet.
Oruç tutar, açı hatırlar, acizliğini ve dermansızlığını yaşar. "Yüksek dağları kendisinin yaratmadığını" hisseder. Namaz kılar, "sen en büyüksün" der, atar dünyayı arkaya, "huzurda durur", hem de en büyüğün huzurunda?
Tek büyüğün huzurunda?
Eğilir, hiçbir fani karşısında eğilmemek için. Dünyalık menfaat veya güç odaklarına, rest çeker. Ayakta adam gibi durur, sap gibi durmamayı öğrenir. Secdeye varır, âlemin ölümünden önce kendi ölür.
Ölüp, gerçek diriliği elde eder. Ve artık, ölmeden önce ölmeyi öğrenir. Gerçek diriliği, ruhun sahibine kavuşması olduğunu yaşar. Hem de beden içinde, ruh taşırken? Hayvanların ölümünden çok farklı bir ölümdür, insan ölümü.
İşte bu farkı dünyada iken koyar ortaya? "Ölenler hayvan imiş âşıklar ölmez" diyen Yunus, ne güzel demiş. İnsan hayatta iken, kendi içinde ölür ve sonra, vakti geldiğinde vücudu ölür. Artık, ölümsüz olur?
Bugün, bu arkadaş ne anlatıyor demeyin!
Bugün, belki de bundan sonra arada, bu tarz yazılar yazacağım. Nedeni bende kalsın ama şu kadarını söyleyeyim. İnsan ve insanlık tükenmiş. İnsanlar, "eşref-i mahluk" şuurundan çok uzak. Hayvanlardan aşağı bir nefis makamında debeleniyor, toplum.
Vahşet, fuhuş, akla ne gelirse, gani…
Hapishaneye döndürülmüş memleketten, "firar" edelim bazen. İnsan-ı Kamil eşiğine, tasavvuf bahçesine düşelim. O "meyvelerden" yeyip, feyzinden içelim. Ali'yi görelim? Hasan'ı, Hüseyin'i hissedelim.
Çocukken çok dinlediğim bir türküydü ama şimdi hiç duymuyorum. "Hasan ile Hüseyin'e kalmayan dünya" diye başlardı.
He ya? Hasan ile Hüseyin'e kalmayan dünya, sana mı bana kalır mı?
Dünyada, bir "misafir" olduğumuzu, evrende bir "zerre" içinde hayat bulduğumuzu, Allah'ın "ölümü" ve "hayatı" yarattığını, hiç ama hiç unutmayacağız.
Ruhumuz böyle iken, "özgür" oluruz. Dünya ipini, ruhundan atmışlardır, özgür olanlar. Yoksa dünyaya batmış, kalbine koyduğuna teslim olmuş, Allah'ı kalbinden ve ruhundan çıkarmış, oraya başka "büyükler", başka "kudret sahipleri" yerleştirmiş, putperestlerden oluruz.
Baş Hoca'nın ifade buyurduğu gibi "maddeye esir olmayan, maddeyi esir alan, hak için madde hâkimiyeti kuran fertler" olmak, zorundayız. O zaman, "dünya" sizi batıran değil, üzerine binilip yüzülen, bir gemi olur.
Dünya bize değil, biz dünyaya binmeliyiz!
Biz dünyayı değil, dünya bizi taşımalı!
Bunun yolu, o kalbi, evrenin ve her şeyin yaratıcısı, sonsuz boşlukta yüzen sonsuz hayatlar sahibi, canlı cansız her şeyin sahibi, mutlak kudret sahibine, teslim olmaktan geçer. Allah'ım kalpten sana hicret, sana vuslat nasip et.
Amin.