Kurtuluş Savaşı öncesi mandacılık vardı. Atatürk’ün arkadaşları dahi “manda ve himaye” taraftarıydılar. İngiltere himayesine girmek isteyenlerden tutun da, hemen her türlü mandacı vardı. Halide Edip mesela mandacıydı.
Atatürk ikna etti, bağımsızlık taraftarı yaptı. Enteresandır Atatürk, “manda ve himaye” isteyenleri de hain ilan etmedi. Onları düşman görmedi ve kendisine inanmalarını istedi. “Eğer Bağımsız Türkiye’yi kuramazsam, beni asın!” dedi.
Düşmanı Anadolu içlerine kadar çekip, orduyu Sakarya’ya çektiğinde İnönü’ye “eğer başaramazsam beni asın!” dedi. Zaten başaramadığı taktirde, tek başına savaşa savaşa ölecekti. Buna ant içmişti, annesinin kabri başında söz vermişti Yaradan’a.
Demek ki;
Ülkenin bağımsızlığına inanan, bir kişi de olsa, bir ulusun kaderi değişebiliyormuş. İçinde bağımsızlık ateşi yanan bir yürek olsa, diğer yürekleri tutuşturmaya yetiyormuş.
İşte bu yüreğin ve bu ateşin adıdır, Mustafa Kemal…
Tesadüfen Mustafa Kemal olunmuyor. Yürek gerek, ateş gerek, akıl ve strateji gerek… Bir de nasip ve “seçilmişlik” gerek.
Mustafa Kemal, ta küçük yaşlarından beri, “seçilmiş” biridir. “Kemal” ismi, bu seçilmişliğin gereği olarak ona verildi. Öğretmeni filan takmadı o ismi, seçenler taktı. O, çok özel bir Mustafa’ydı.
Çocukken de onun bir işareti ve gizli adı vardı, mücadele ederken de, bir çok isimleri vardı. Kurtuluş savaşında İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçıran “gizli örgüt mensupları”, Mustafa Kemal’den “Nuh” diye söz ederlerdi mesela.
Türk’ün büyük tufanında, Mustafa Kemal, Nuh’un Gemisi olmuştur. Kısacası bağımsızlığa iman etmiş bir insan, Bağımsız Türkiye gemisi inşa etmiş, bütün bağımsızlık yanlıları bu gemiye binmiş, “Kuvva” olmuşlar.
Sonra da, Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Atatürk’ün ölümüyle Bağımsız Türkiye gemisinden inip, Atlantik gemisine bindiler. Şimdi gel de, Atatürk’ün “Sirozdan” öldüğüne inan!
Siroz öncesini es geç!
Siroz’a sıtma tedavisi uygula, 42 şişe kinin ver, karaciğeri yok et!
Yok edilen, bir liderin karaciğeri gibi görünse de, aslında yok edilen Türkiye’nin bağımsızlığı. Kanla savaşla kazanılan bağımsızlığın, kinle ve 42 şişe kininle yok edilmesidir.
Neyse.
Allah, Atatürk’e rahmet eylesin. Bizleri, onun bağımsızlık yolunda, satın alınmaz, bedelsiz, insanlardan eylesin.
Siyasete, “Ne AB, Ne ABD, Bağımsız Türkiye” diyerek giren Baş Hoca’mız, Atatürk’ün bağımsızlık mücadelesini ekonomi teziyle, Hoş Geldin Atatürk teziyle ve birlik tezi olan Ehl-i Beyt teziyle verdi.
Türkiye’nin içişlerini AB’ye, dışişlerini ABD’ye devrettiği ve hatta egemenliğini AB’ye devre hazırlandığı bir dönemde, “Ne AB, Ne ABD” dedi. İkisini birden, reddetti. “Bir yılda AB’yi, iki yılda ABD’yi geçeriz” dedi.
ABD’ye 15 yıl ömür verdi.
Ne oldu?
Haydar Baş’ın dedikleri oldu.
AB, dağılmanın eşiğinde…
ABD ise üzerine bindiği “dolar” kağıdı ile batıyor.
Dün, AB uğruna Kıbrıs’tan, “Annan Planı” diye el çekenler, merhum Denktaş’ı, “Ergenekon” düzmecesiyle içeri tıkmak isteyenler, AB bakanlığı kuranlar, bugün “milli” duruştan söz ediyorlar.
Etsinler!
“İşgaline” izin verilen adalar, “günah” olarak dünyada bile yeter, artar bile.
Yani AB’nin ve ABD’nin kuyruğu olmak, bu devlete ve bu millete yakışmaz. Devletin aklını, ABD-Rusya arasında, karışmış görüyorum. Devlet, yönünü karıştırmamalı. Atatürk’ün yolunda, bağımsızlık yönünde ilerlemeli.
Ne ABD, Ne Rusya, Bağımsız Türkiye!
Rusya’nın üç tane borusuna ya da ABD’nin uçan tabutuna muhtaç değiliz. S-400 ile F-35 arasında yuvarlanan bir ülke olmak, çok üzücü… Türkiye, yeni bir dünya kurmalı. Prof. Dr. Haydar Baş’ın tezleriyle bu mümkün.
Bu yeni dünyanın başı olmalı.
Buna, yeter ki inanalım.
Bu, çok zor değil.
Vallahi zor değil, billahi zor değil.