Perşembe akşamı, dostlarla çay sohbetindeydik. Söz, sözü açtı, eski günlere gittik.
Elazığlı günlerime?
Ömer Hüdai Baba'nın türbesinde geçirdiğim günlere?
Dört buçuk yılım geçmişti, o güzel şehirde. Özellikle o yarım yıl yok mu, hayatımın en güzel günleri sayılır. Hayatımın ikinci en güzel yıllarını da söylemeyeyim, bende kalsın.
O, yarım yılı Ömer Hüdai türbesinde geçirdim.
Hey gidi günler?
Bir baraka şeklinde olan türbe, yıkılıp, yeniden yapılacak. Yüzlerce genç, ilahilerle, elden ele verilerek, büyük bir saygıyla molozları kaldırmıştık.
Resimleri bende var. Açığa çıkmış Ömer Baba mezarı ve yanında Muhammed Baba, Göllü ve Şükrü Baba mezarları?
Üzerlerine şimdiki hali yapılacak. Kubbeleri olan bir mescit, üç adet kubbe?
İnşaatı takip için biri gerekiyor. Rahmetli Celal Hoca, "oğlum bu görev senin" dedi. "Okulunda bitti sayılır" diye ekledi. "Ancak üniversiteli bir gençsin, türbede 'dilenci' muamelesi göreceksin" diye iç sesim, şeytan gibi beni dürtmeye başladı.
Nefis işte!
Şeytanla birlikte, devre yaptılar hemen!
Celal hocama itiraz etmedim ama daha sonra geçerli bir mazeret bulurum diye düşündüm. O gece öyle bir rüya gördüm ki, ertesi günü itirazsız gittim türbeye. Rüya, korkutmuştu beni.
Celal hocamı arayarak, göreve başladığımı söyledim.
Türbedeyim.
Dut ağacının gölgesinde oturuyorum.
Öyle nefsimin ağırına gidiyor ki, sormayın. Ziyarete gelenler beni dilenci sanıyorlar. Kahroluyorum. Bir ziyaretçi gelip önüme demir para atınca, şok oldum.
"Dilenci değilim" dedim ama geçip gittiler.
Yapılacak bir şey yoktu!
Başladım ağlamaya?
Dinlediğim bütün nefis terbiyesi menkıbelerini bir bir hatırladım, ağaç dibinde. Sonra, gördüğüm rüyayı?
O günü kendimle savaştım.
Biliyordum, burada sebat etmek;
Derdimin dermanı?
Kibrimin ilacı?
Kalbimin yıkayıcısı?
Zorlu ilk günden sonra, alışmıştım artık, sabahtan akşama Kövenk'te durmaya. Ustalar, işçiler de başladı.
Ne günlerdi ama?
Türbe önünde geçen herkes, dua ederlerdi.
Köylünün yolu üzeri, tarlaya giderken ve gelirken, mutlaka Fatiha okurlar. Bir gün bir araç içinde birkaç saygısız, türbe önünde "haha kiki" yaparak iki defa geçiş yaptılar.
Üçüncü kez geldiklerinde, araç türbe önünde öyle bir kaza yaptı ki, aracın dingili koptu. Ön tekerler yerinden çıktı. Her gelen insan, bu araç bu kazayı burada nasıl yaptı diye soruyorlar.
Türbe önünde çakıl yığılıydı, çakıla çarptı diye düşündü insanlar ama ben o gün o arkadaşların neye çarptığını anlamıştım. Beni orda dövemeye çalışan birini, Ömer Baba'ya şikâyet etmiştim. Birkaç ay sonra, felç olduğunu, duydum.
Şunu demek istiyorum. Evliyanın ölüsü olmaz. Hep diridirler. Onların, hayatta iken nefisleri ölü olduğundan, bu dünyadan gittikten sonrada diridirler.
Huzurlarında edepli ve saygılı olmak lazım?
Mevlana, Yunus Böyledir. Hacıbektaş ve Abdal Musa'lar böyledir. Ömer Baba ve Muhammet Baba'lar böyledir. Bunlar ülke küremizi, nefesleriyle havada tutan manevi ordulardır.
Bunlara ihanet olmaz.
Bunların ölüsüne hizmet, dirisine hizmetten farksızdır. Bir gün, türbede öyle açım ki, şehirde yiyecekte getirmemiştim. Ömer Baba'nın "bizden himmet isteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü kara" sözünü hatırladım.
"Baba ben himmet değil, yemek istiyorum!" dedim. Sen misin isteyen yarım saat sonra, bir köylü elinde bir bohçayla geldi. "Kardeş sana yemek getirdim yer misin!" dedi.
Öyle bir utandım ki, yaptığımdan?
Oturup ağladım.
Neyse dostlar!
Ben çıktım!
Siz sizde olun, onları ölü sanmayın!
Ali Tay abinin "evliyaya eğri bakma" ilahisi, nasihat olsun bize?