Haydar Hoca ol anla!

Buruk bir bayram geçirdik.

Her bayram, Trabzon’a gitmek, camiamız için gelenek olmuştu. Yine gittik. Gittik derken, kendi adıma söylüyorum. Okul müdürümüz Ahmet Bey ve Avukat Musa Haydar ile gittik. Pandemi dolayısıyla gidemeyen binlerce gönlün, selamını ilettik.

Gidemeyip evlerinde ağlayan bütün canlar, bir Fatiha üç ihlâs okuyup efendimizin ve Ehl-i Beyt’inin ruhlarına hediye ettikten sonra, üstadımızın ruhuna hediye ederlerse, manevi hatları devreye girecektir.

Biliyorsunuz, anlatmama gerek yok ama bildiğimiz şeyleri de, bazen hatırlatmak lazım. Üstadımız, her ziyaretimizde bildiğimiz çoğu şeyler, bizlere tekrar anlatırlardı. Anlatacak başka şey olmadığından değil, çok önemli olduğundan…

Nitekim birçok defa dinleseniz dahi her anlattığında ve bizler birçok defa dinlememize rağmen, her seferinde farklı bir lezzet alırdık, anlattıklarından. Atatürk’ten çok söz ederdi. Çektiği çilelerden bahsederdi. Tek başına kalmasına rağmen, verdiği destansı mücadelesinden söz ederdi;

'Atatürk'ün arkadaşları dahi mandacı iken o tek başına “bağımsızlık” yanlısıydı. Herkesi ikna etti.' Vatan için yanan bir köz etrafında, ne kadar kömür varsa, hepsini kendi boyasına döndürdü. Baş Hoca'nın o heyecanlı ve tatlı anlatışları yok mu, gönlünüzü cepheden cepheye koşturur.

Elinizde çayınız, onu dinlerken bile o sizi, seferlere çıkartırdı. Geri kalan, oracıkta süngüyü yerdi. Konuşurken kafa ve gönlünüz kayarsa, “oğlum sen hangi dünyadasın!” derdi. Onun yanında sadece dilini tutmak yetmez, kalbini de tutacaksın!

Ciğer okumanın sadece, hastanede olmadığını, merhum liderimizi tanıyanlar bilir. Ciğer dediysem sen kalp anla, ruh anla… 

 Kıymetli dostlar, Baş Hoca’nın hayatı takva idi. O, inancında ve ibadetinde o kadar samimi bir insandı ki, O’nun davranışlarında rol yoktu. Ben, tanıdım tanıyalı üç ayları tutardı. Muharrem oruçlarını tutardı.  Her pazartesi Perşembe günleri, oruçluydu ayrıca.

Çok cömert bir insandı. 

Hayatımda ilk tespih namazını, hocamla kıldım. Namazı çok severdi. Çokça zikreder, çokça şükrederdi. Allah’ın verdiği nimetlerden söz eder, 'hakkıyla şükredemiyoruz' derdi. Yıllar yılı dinlerim, ya vatanı konuşur, ya kulluğu konuşurdu. Ya da susardı.

 Susması da konuşmaydı aslında.

Sustuğu zaman sizi adeta bir ummana taşırdı. Uçsuz bucaksız bir umman… Dalga yok, rüzgâr yok… Büyük bir huzur var. Odada 50 kişi var ama çıt yok. Sonra “evet” diye bir ses böler, sessizliği… Alan aldı, dalan daldı.

O;

 Ne sadece ibadet eden bir zahid veya abid.

 Ne sadece ilim öğreten bir âlim.

 Her ikisi, onda bir arada ve ama bu yüzlerce vasfından, sadece biri…

Her şeyi bilen adam, bazen talebe gibi sizi dinlerdi. Etrafına değer veren biriydi. Görüşleri saygı içerisinde dinlerdi. Yeter ki kalbinizde bir arıza olmasın, ona itiraz bile eder, hatta bazen ikna edersiniz.

 Veya öyle sanırsınız.

O, bundan rahatsız olmazdı.

 Bilakis zevk duyardı. “Sizden farkım yok” demeye getirirdi ama aslında o, bizden ve herkesten çok farklıydı. Sadece, farklı görünmek onu rahatsız ederdi. Maç seyreder, futbol sohbeti yapardı, bizlerle.

Sorduğunuz bazı sorulara, “ben bilmem, filan cevaplasın” derdi. Orada bulunan herhangi bir kişiye, yönlendirir, cevap vermesini isterdi. Siz anlarsınız, sorduğunuz soruyu, tam da bir şeye saymadığınız kişiye cevaplandırmasındaki hikmeti. 

İnce bir mesaj vermiş olurdu size: Senin hesaba katmadığın bu kişi, hazreti insandır!

Siz, mesajı alırsanız şayet, o günkü dersinizi almışsınızdır. Almadıysanız, ders tekrarı olur, bir başka gün.

 Siz, bir adam götürürsünüz üstada. Kelli felli bir adam, size göre tabi. O, hiç ilgilenmez görünür, sizi karşılar. Oturursunuz, size ikramda bulunur ama yüz vermez fazla…

Çünkü ya sizde veya getirdiğinizde, sürtünmesi gereken bir burun vardır. O, kapısında duran güvenlikçiye veya kaloriferciye sohbet ettirir. Siz eğer içinizden geçirirseniz, “bu ne!” diye, birazdan kovulma durumu söz konusu…

Yahut kalkıp gider, sizi kibarca protesto eder.

Bekletir sizi, oracıkta…

Boyunuzun ölçüsünü alır, kendinize gelirseniz, birden çıkıp gelir sohbete kaldığı yerden devam eder. Bu defa gözlerinizin içine bakarak konuşur. Çünkü siz veya misafiriniz anlamıştır, en büyük etiketin “adamlık” olduğunu.

Kulluğun, en yüksek mevki olduğunu…

İnsanın, “gönül” olduğunu…

Fabrikasındaki müdürü, kapıcı yapar, kapıcıyı müdür. Bir günde herkes dersini alır, tekrar görev yerleri değişir.  Ama mutlaka iş, ehlinin olur. O, insana, cana değer verir. Mevkiler, bir hiçtir ona göre…

Ben buracıkta nasıl anlatayım ki, bu insanı…

Ekonomi okumayan bir insanın, dünyayı tutan ekonomi modeli yazmasının sırrını, nasıl anlatayım. Şii olmayan bir Müslüman’ın, Şii’nin bile sarıldığı “kaynak eser” olarak gördüğü Ehl-i Beyt eserlerini yazmasını, nasıl anlatayım.

Asker veya tarihçi olmayan bir insanın, onların yazamadığı Hoş Geldin Atatürk eserini yazmasını nasıl anlatayım.

Basın yayından anlamasını, işadamı olmasını, insanlara istihdam sağlamasını saymadım bile. İlim ve fikir adamı oluşunu, felsefeden ve hukuktan çok ileri düzeyde anlamasını ve hatta tıptan anlamasını, nereye bağlayalım.

Müzikten ve sanattan anlamasını nereye bağlayalım.

Ve onu bütün yönleriyle anlatmayı, kendime görev kabul etmiş biri olarak soruyorum: Haydar Hoca’yı nasıl anlatacağız! 

Anlattık diyelim, nasıl anlayacağız. 

Mevlana’ya sormuşlar “aşk nedir?” diye.

“Ben ol da gör”, demiş.

Biz, Haydar Hoca olamayacağımıza göre!

Yine de, “Haydar Hoca ol, anla!” diyelim.  En azından dua niyetine…

Haydar Hoca ol anla!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön